Bengü Arslan | Köse Yazıları
307
archive,category,category-koseyazilari,category-307,ajax_fade,page_not_loaded,,wpb-js-composer js-comp-ver-7.9,vc_responsive

Köse Yazıları

Hikâyemin Baş Kahramanı: Nesrin Olgun Arslan – Annem

İlhan Maraşlı’nın annemi fotoğrafladığı ‘Kadın Başarır’ Sergisi için yazdığım katalog metni…

Hikâyemin Baş Kahramanı

Herkesin çocukluğundan itibaren bir masal kahramanı vardır, onun gibi olmak ister, onu örnek alır, onun gibi olmak adına doğduğu andan itibaren kahramanının attığı her adımı ezberler ve onu tanımak, onunla bir kez olsun göz göze gelmek, ona dokunabilmek için her şeyi yapar. Bazen çaresizliğe düşer, gerçekten böyle biri var mı diye düşünür? Bazen gerçek hayatla hayal dünyasını karıştırır ve hiçbir zaman ona ulaşamayacağı konusunda karamsarlığa kapılır. Ben hikâyemin başkahramanını dünyaya gözlerimi açtığım ilk anda tanıdım. Eğer böyle bir kahraman yanı başınızda ise; hayat bambaşka olur. İşte o yanı başımdaki kahraman, kahramanım; annem: Nesrin Olgun Arslan.

 

Ve annemin ansiklopedilere konu olan hikâyesi ise; ben doğmadan yıllar önce başlamıştı.

Büyük cümleleri büyük insanlar kurar…

Sigara içerken o zamanın Gençlik ve Spor İl Müdürü Tuncay Şenyüz’e yakalanmış annem. Tuncay Hoca ona; “Sen artık yüzmeyi bırak, sigaraya da başlamışsın, artık iyi bir yüzücü olarak sporculuğuna devam etmen mümkün değil” demiş. Utanmış, gururunu tamir etmek adına işte o iddialı cümleyi kurmuş ve o an farkına daha çok vardığı düşlerinin peşinden koşmaya karar vermiş.

 

“Manş Denizi’ni geçeceğim”

Manş Denizi, çoğumuz için ansiklopedik bir bilgidir. İngiltere ile Fransa arasında oluşu, gelgitlerin en yoğun yaşandığı ve birçok öyküye konu olan Manş Denizi… Ve Adana’dan ne kadar uzak. Türk yüzücüler Ersin Aydın, Erdal Acet, Doğan Şahin, Seyit Güler ve Murat Güler Manş’ı yendiler ama bu denizi bırakın geçmeyi, geçmeye cesaret edebilen bir kadın bile çıkmamış.

Öncelikle büyük bir düş, sonrasında büyük bir hedef…

Kutal Özülkü ile dört yıl boyunca her gün altı saat antrenman… Annem hep bize; kendi hedeflerimizi belirlememiz için şans vermiş ve o hedefin de mutlaka kimsenin etkisi altında kalmadan tamamen kendi irademizle verilmiş olması konusunda özen göstermişti, tıpkı Manş Denizi’ni geçme kararını alması gibi… Bu onun için öncelikle bir düş, sonrasında ise büyük bir hedefti.

 

“Size yardım edecek bir tek kişi kalıyor; o da kendiniz…”

Omzunda tendinit vardı. Tedavi olması gerekirken, hedefinden uzaklaşmamak adına bu operasyonu erteledi. Dışarıdan hiçbir maddi destek görmedi, anneannemin maaşlarından artırdığı parayla İngiltere’de Manş kıyılarına gitti. Eski bir araba, uzun bir yol, kısıtlı imkânlar… “Siz Kuzey Kutbu’na yakın bir yerde hiç denize girdiniz mi? Soğuktur… Adana’ya ve sevdiklerinize uzaktır. Kendinizi bir devin karşısında güçsüz ve çaresiz duyumsarsınız. Ve ilk kulaçla birlikte, size yardım edecek bir tek kişi kalıyor; o da kendiniz…” derken bana resmen tüylerim ürperiyordu. O, o anı yaşıyordu, sanki ben de kendimi o soğuk Manş Denizi sularında buluyordum.

Tarih: Ağustos 1979

Yer: Manş Sahili

 “Eğer bu düşümü gerçekleştirebilirsem, yaşama karşı kendimi çok güçlü hissedecektim. İnsan iradesinin doğa karşısında sanıldığı kadar güçsüz olduğuna inanmıyorum. Elde etmek istediğimiz şeyler ne kadar zor olursa olsun, irade, bilgi ve çalışma ile elde edilebilir… Buna inanıyorum. Ama kimse inanmamıştı… Haklı oldum.”

Manş denizini yüzerek geçen ilk Türk kızı – ve hala tek

Yalnızca haklı olmakla kalmadı, bir de tarihe geçti annem Nesrin Olgun: Manş denizini yüzerek geçen ilk Türk kızı olarak. Önce bir düş kurdu, sonra 4 yıl süre, büyük bir azimle çalıştı, sağlığından, sosyal yaşamından, ailesinden mahrum kaldı, düşlerinin peşinden koştu, kendi doğası ve zaman ile yarıştı, sonunda kazanan O oldu.

Manş Cehennemi’nde 100 bin kulaç ve 15 saat 47 dakika…

 “Koca bir devin karşısında, iradenizden başka kullanacağınız hiçbir silahınız yok… Manş’ın serin, uzak ve karanlık sularında attığım her kulaç, deve vurduğum bir darbeydi ama ben de tükeniyordum. Düşünebiliyor musunuz 40 bin metre, 80 bin kulaç demek. İnsan bir koltukta oturup, aynı kelimeyi 80 bin kez tekrar edemez. Ama ben 80 bin kulaç atacağım. Acıkmadım… Susamadım… Yoruldum… Merak ettiğim tek şey saatti… Bir denizin ortasında olduğumu unutmuş, yalnızca zamanı merak ediyordum. Zamanın neresindeyim, ne zaman başladık ve ne zaman bitecek? Kafamdaki tek soru buydu. Fransa kıyılarına çıktığıma inanamıyordum. Üstelik “Manş Cehennemi” olarak tanınan bu denizde akıntıya kapılıp, 40 bin metre yerine 50 bin metre yüzmüşüm. 100 bin kulaç. Geçen süre: 15 saat 47 dakika…”

Bir devi yenmişti…

Hep ağlayacağını düşünmüş annem kıyıya ayak basıp, yürüyemediğini fark edip toprağa yığıldığında, ağlayamamış. Doğanın en zayıf yönü, insan iradesi derler ama benim kahramanım; annem, insan iradesinin denetim altına alamayacağı hiçbir gücün olmadığının en büyük kanıtı idi.

.

Gerçek parıltılar

Bize, öğrencilerine, hikâyesini okuyan- dinleyen herkese, başarıya giden yolun nasıl olduğunu gösteren bir örnek oldu. Öncelikle benim rol modelim, sonra tüm gençlerin. Onun yanındaysanız, kendinizi hep güçlü hissedersiniz, yaşamdan hiç korkmazsınız, olumsuzlukların üzerine gidersiniz ve onları bir bir aşarsınız. Geriye dönüp bakarsınız ve bir kez daha gerçek parıltının kıymetini anlarsınız.

“Nesrin Olgun Sokak”

Annem şu anda spor danışmanlığı yapıyor, bir spor salonu işletiyor, küçük yüzücülerine başarının yollarını gösteriyor, göstermekle kalmayıp ellerinden tutarak onlarla ilerliyor. Birçok büyük iş teklifini reddederek kendisini Adana gençliğine adadı, doğduğu, büyüdüğü, bizim de çocukluğumuzun geçtiği ve halen “kraliçemiz” anneannemizin oturduğu sokağa annemin adı verildi. Bir çocuk için bu nasıl büyük bir gururdur, bilir misiniz?

Herkesin ondan öğreneceği çok şey var…

Ansiklopedilerde yer alan, tarihe adını yazdırmış düşlerinin peşinde koşan Nesrin Olgun, büyüklerin deyimi ile “kara kız”, sigara ile yakalanan haylaz öğrenci Nesrin ve babamın biricik eşi, kardeşimin ve benim de muhteşem annemiz Nesrin Arslan’dan herkesin öğreneceği çok şey var. Anılarda saklanmış bu başarı; umarım birçok gence yol gösterir…

Anneme… (50. yaş gününde yazdığım mektup)

Annelerin EN’ine….

559233_312576868838353_1752593616_n

Bugün benim canım annem dünyaya gelmiş 51 yaşına girmiş ama ruhu tam tersi 15 yaşında gibi…

Yıllar, yaşadıkları, onun o gülen gözlerinden hiç birşey götürmemiş, yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen ‘Hayat sana inat, ayaktayım’ tavrından hiç birşey kaybetmemiş…

Bana doğum günümde attığın mesajın hep durur telefonumda arada çıkarır okur, mutlu olurum, bazen de sana kızarım biliyor musun, neden bana hep böyle güzel şeyler söylemez diye.. Mesajın başında demişsin ki ‘Akıllı kızım iyi ki seni doğurmuşum.’ Sen böyle cümleleri çok sık kurmazsın annem, anlamaya çalışırım seni her defasında belki de işime gelmez… HEp güzel şeyler duymak isterim senden ama sen hep çok nadir söylersin… Hep bunun da bir anlamı vardır elbet diye düşünürdüm, her yaptığın şeyin mantıklı bir açıklaması olduğu gibi ve yavaş yavaş bunu fark etmeye başladım sanırım, bunu yaparak hep beni daha da hırslandırmak daha da başarılı olmamı sağlamak istedin, tıpkı senin en büyük başarını kazandığında ki gibi, ben de bu sayede çok daha başarılı olabilirdim çünkü ne de olsa senin kızındım dimi annem:)

Dışarıdan o kadar sağlam duruyorum ki, Herkes beni çok güçlü sanıyor annem. Oysa bazen kendimi ne kadar da güçsüz hissediyorum, böyle zamanlarda telefona sarılıyorum senin sesini duymak içimi rahatlatıyor, kendime olan güvenimi geri getiriyor, o ses bana kızım telaşlanma, sakin ol, zamana bırak, aceleci olma, ben elimden geleni yapacağım diyor, kendinden o kadar emin ki şefkat dolu, sevgi dolu… Bir oh çekip kapatıyorum telefonu… Herkes seninle olan ilişkime şaşırıp kalıyor, sen o kadar farklı bir annesin ki her şeyimsin, canımsın, arkadaşımsın yeri geldiğinde o otoriter tavrın muma çeviriyor insanı, o çizgiyi korumak her annenin yapabileceği bir şey değil sanırım sen ve senin gibi annelere ‘PROFESYONEL ANNE’ demek yanlış olmaz:)

Senin gözünde halâ küçük bir kız çocuğuyum hiç büyümüyorum, büyümek de istemiyorum. Sanki yirmidört değil yedi yaşındayım. Sana o kadar ihtiyacım var ki annem. Sakın beni sensiz bırakma.

Sen varsan her şey güzel annem. Daha bir emin basıyorum yere… Adımlarım daha hızlı, yüreğimde daha çok umut var … Her şeyi daha çok seviyorum seninle. Seninle daha çok gülüyorum daha az üzülüyorum.

Senin küçük kızın çoktan büyüdü anne… Hayatı tanıdı.. Düştü kalktı… Yine yoluna devam etti … Bazen ben bile şaşıyorum kendime… Güçlü olan ben miyim? Yoksa içimdeki küçük kız mı? Karıştırıyorum bazen bu iki kimliğimi… Üzüldüğümde sen yoksan yanımda içimdeki küçük kıza sarılıp ağlıyorum ona dert yanıyorum… Bazen düşünüyorum o küçük kızı benimle beraber mi doğurdun? Ben büyüdükçe o hep küçülüyor, küçük kalıyor anne… Belki de bu yüzdendir sen beni görünce onunla karıştırıyorsun… Çünkü ben yirmidört, o yedi yaşında anne… Bunu kimseye söyleme anne… Onlar yine beni olgun sansınlar anne…

Seninle hep gurur duydum, senin benimle gurur duyduğun gibi. Seni Çok Seviyorum. İyi ki senin kızınım, iyi ki her şeyimle sana benziyorum annem…

Bu ‘İYİ Kİ DOĞDUN’ cümlesini en çok da sen hakediyorsun annem…

iyi ki doğdun, iyi ki varsın, iyi ki benim annemsin, başkasının annesi olsan çok kıskanırdım :))

Yanımda olmasanda varlığını o kadar derin hissediyorum ki içimde…

Seni Seviyorum

Bengü

Aşk Klişeleri

pink-heart-cloud-640x360

Konu aşka gelince, herkesin bir fikri mutlaka vardır. Özellikle de konu kendisi değilse…“Sevseydi kıskanırdı”, “Sevseydi affederdi”, “Sevseydi arardı”, “Sevseydi söylerdi”… Bu cümleler hepinize tanıdık geliyor öyle değil mi?

Ben bunlara “aşk klişeleri” demeyi tercih ediyorum. Belirsizlikle yaşamayı bir türlü beceremeyen insanoğlunun, ‘AŞK’ı mantığa ve matematiğe sığdırma çabası beni gerçekten yoruyor… Başkalarının hayatları üzerinde umarsızca verebildiğimiz kararlar, kendimize gelince neden bir anda ‘ne yapacağımı bilmiyorum?’ lu cümlelere ve kafa karışıklıklarına dönüşüyor…

Her ilişkinin kendi içerisinde bir düzeni, mantığı olduğuna inanıyorum. Her insan da karşısındaki insana göre ilişkide farklı bir role bürünüyor.

Evrensel kurallar üzerine oturtmaya çalışmak… Ne büyük hata öyle değil mi? Belki ‘AŞK’ın  semptomları evrensel: kalp atışları, midede kelebekler, iştah kesilmesi, bir tek düşünceye odaklanma… Bunlar evrensel, evet haklısınız ama ‘AŞK’ın sürecinin, gidişatının, akışının evrenselliğine karşıyım. Aşk’ı kalıplara sokmaya çalışmaya, bir “yapılması gerekenler” reçetesi çıkarma çabasına da karşıyım…

Aldatmak, affetmek, aramak, özlemek, istemek, kıskanmak… Fiillerin bir duyguyla eş değer tutulmasına karşıyım. Evrenselleştirilmeye çalışılan ‘AŞK Klişelerine’ karşıyım.

Özne-fiil uyumu bence Aşk. Kişiden kişiye değişime uğrayan… Kimine göre öncelik, kimine göre tutku, kimine göre kıskanmak, kimine göre aramak demek; kimine göre yalnızca bir kişiyle, kimine göre de bir kaçıyla yaşanılan… Evrenselleştirme çabası boşuna çünkü özünde özne değiştikçe, fiilin değiştiği bir duygu ‘AŞK’

Belki de ilişkilerde mutlu olabilmenin en büyük çözümü tam da budur… Klişeleri ilişkiden uzak tutmak ve evrenselleştirmeye çalışmamak…

Anlatmaya çalışmak yerine sadece hissettiğimizi yaşayabilsek keşke… Başkalarının ne düşündüğünden arınmış, sadece kendi düşündüğümüz, daha çok hissettiğimize odaklanarak…

Bengü Arslan

Çalışma Yaşamında Kadının Yeri…

ÇALIŞMA YAŞAMINDA KADININ YERİ…

computer

DEĞİŞMESİ GEREKEN KALIPYARGILAR…

Son yıllarda Türkiye?de özellikle Avrupa Birliğine uyum politikaları kapsamında, kadının iş yaşamındaki ve toplumsal yaşamdaki konumunun iyileştirilmesi gündemdeki konuların başında gelmektedir. Türkiye?de, özellikle bankacılık ve eğitim sektörlerinde kadının çalışmasına yönelik tutumu değerlendiren birçok çalışma yapılmıştır. Fakat bu çalışmalar arasında spor kurumları yer almamaktadır. Bir toplumsal kurum olarak sporun bir erkek alanı olarak görülmesi, spor kurumlarının toplumsal cinsiyet bakış açısıyla irdelenmesini anlamlı kılmaktadır.

Türkiye?de 1950 yılından itibaren sanayileşme süreci geliştikçe çalışan kadınların oranı da artmıştır. Türkiye?de kadınlar 1950?lerden beri ev dışında ücretli işlerde çalışmaktadırlar. Fakat bu işler; eğitim, sağlık ve sekreterlik pozisyonları gibi toplumsal cinsiyet kalıp yargısının çizildiği başlıca alanlarda yoğunlaşmakta (Özbay, 1995) ve kadınlar genel olarak yönetimle ilgili bilimsel bilgi, sermaye ve teknoloji kontrolünün gerektiği dallardan dışlanmaktadırlar. Kadınlar, yardımcılığa dayanan işler ve rutin işler, sosyal refah, halk sağlığı, bakım ve hizmet işleriyle ilişkilendirilmekte çoğu kez başkalarının aldığı kararları yerine getirmektedirler. Bununla birlikte, kadınlar genellikle düşük gelirli, yükselme şansı sınırlı olan ve ev kadınlığı ile uyuşabilen geleneksel mesleklerde çalışmayı tercih etmektedirler.

Kadınların Ev İçi Sorumluluklarından Dolayı Erkekler Kadar Güvenilir İşçiler Olmadıkları Vurgulanmakta!!

Kadınların vasıfsız işlerde yoğunlaşması çok tutarlı bir biçimde onların eğitim seviyelerinin düşüklüğüyle açıklanmaktadır. Vasıf; bir işi yapanın cinsiyetine bağlı olarak tanımlanan bir ideolojik kategori olmakta ve toplumsal olarak belirlenmektedir. Ayrıca, kadınların ev içi sorumluluklarından dolayı erkekler kadar güvenilir işçiler olmadıkları vurgulanmakla beraber, kadınların işlerini terk etme ve çalışmaya ara verme olasılıkları erkeklere göre de daha yüksek olmaktadır.

Kadınların İş Hayatı Açısından Hala İstenilen Düzeye Ulaşılamamış Olmasındaki Önemli Etkenlerden Birisi, Yapılan Tüm Reformlara Karşın Toplumun Geleneklerin Baskısından Kurtulamamış Olması?

Türk toplumunda kadınların iş hayatı açısından hala istenilen düzeye ulaşılamamış olmasındaki önemli etkenlerden birisi, yapılan tüm reformlara karşın toplumun geleneklerin baskısından kurtulamamış olmasıdır (Kırkpınar, 1998). Fakat tüm bu olumsuz koşullara rağmen, kadınlar için değişen yasal hakların ve eğitim olanaklarının genişlemesi, üniversitelerdeki kız öğrenci sayısını artması ve kentleşme ile ortaya çıkan yeni değerlerin topluma yayılması sonucunda geleneksel toplumsal cinsiyet yapısında bazı değişimlerin olduğu ileri sürülmektedir.

Yüksek kademedeki kadın yönetici sayısına baktığımızda ise çok düşük bir sayı göze çarpmaktadır. Bunun sebebi olarak ise, kadınların yumuşak yüzlü olmaları, iş adamı kalıbının iş hayatına yerleşmiş olması ve çocuk doğurmak- çocuk bakımı gibi faktörlerin kadının kariyerinde ilerlemesinde engel olabildiği bulunmuştur.

Yeni çözüm önerileriyle çalışan kadın sayısı artırılarak ülkemiz daha modern bir toplum olma yolunda bir adım daha atmış olacaktır?

Bu sorunların çözümüne yönelik öneriler geliştirmek ülkemizde zorunlu hale gelmiştir. Bazı sektörlerde, sendikalarda ve de polis teşkilatında kadın çalışmaları uzmanları tarafından toplumsal cinsiyet duyarlılığı eğitimleri verilmektedir. Bu eğitimin verildiği sektörlerin çeşitlendirilmesi ve daha geniş bir alana yayılmasıyla kadınların çalışma yaşamındaki konumu olumlu yönde değişebilir. Yeni çözüm önerileriyle çalışan kadın sayısı artırılarak ülkemiz daha modern bir toplum olma yolunda bir adım daha atmış olacaktır.

Sports for everybody

KADN_S~1SPORTS FOR EVERBODY

 

YOU AND ME EQUAL IN GENDER AND SPORT

 

The number of women in sports begin to increase?

 

In recent years, there has been a significant increase in the number of women in sports and in female athletes? participation and achievements in international sports competitions.

 
The real reason we want equal opportunity for women to play sports is so they too can derive the psychological, physiological and sociological benefits of sports participation. Sport has been one of the most important socio-cultural learning experiences for boys and men for many years. Those same benefits should be afforded women.

Women who are active in sports and recreational activities as girls feel greater confidence, self-esteem and pride in their physical and social selves than those who were sedentary as kids.

İt?s a good news for everbody, but unfourtanetly stil we have so much problem. We have to speed this processes up, we have to change stereotypes and to make people most of the media concious.


Stereotypes and Myhts in Sports Media

For too long, women have been discouraged from playing sports by a succession of almost desperate myths and stereotypes, historically perpetuated by the media:

  • If she plays sports, she will become “mannish” and “unfeminine.”
  • If she plays sports, she will develop an eating disorder.
  • Because of her anatomical structure, she will suffer more knee injuries in competitive athletics.
  • If she trains too hard, her ovaries and bladder will drop.
  • Women who play sports are lesbians.
  • Women aren’t interested in playing sports.
  • Women with large breasts can’t play golf.

In the 1880s, male doctors even predicted that women who rode bicycles, then symbolic of the independent female, would suffer the dreaded disease of “bicycle face,” the distortion of facial muscles from the pain and suffering derived from contact of the female anatomy with a bicycle seat. Spare us!


The print and electronic media are a huge influence on the values of parents!

 

The print and electronic media are a huge influence on the values of parents, the aspirations of our daughters and the support of peer groups in that critical 10-14 years old period. A 90% male sports journalist/broadcast media is not accurately portraying or adequately covering the achievements of women in sports.

Women want to take part in media just her achievements not her sexuality?
When women’s sports aren’t covered by the print and electronic media, the only images left are advertisements and general news and features that most often offer sexist, anorexic or other physically unrealistic portrayals of females. Such images put a great deal of pressure on girls and women to conform.

We just work together to solve the gender equity problem!

 

Bengü ARSLAN

Sports Journalist